Talya Otel Yıkılacakmış?

Antalyalı bir mimarın internette (OnurT’nin blogunda) rastaladığımız bir yazısını affına sığınarak paylaşıyoruz;

Geceyarısı civarı kanalları karıştırırken TRT-2’de duruyorum. Tanıdık bir yüz: Erhan Konuk. Pop Saati’ni sunuyor. Saçları hafif beyazlamış.

Talya Oteli yıkılacakmış. Öyle dediler Antalya’da. Haber doğru ya da yanlış, farketmiyor. Hemen aklıma Antalya’da veya başka şehirlerde -eski, burayı daraltıyor, güzel değil, yaptığımız plana uymuyor vs. sebeplerle- şahit olduğumuz yıkımlar geliyor. Düşünüyorum: Hangisinin yerine daha iyisini koyduk? Sonra AKM binası etrafında dönen tartışmalar var. Daha geçen Pazar birisi AKM’den Nazi mimarisi diye bahsediyordu. Zaten mimarlık kültürü olmayan bir toplumda, öğrenmeye yatkın olmayan kafaları gazetelerden yalan yanlış dolduruyor uzmanlarımız.

En sonunda da Erhan Konuk geldi gözümün önüne. Aynı televizyon kanalında, aynı jenerikle başlayan programda 20 yıldır pop müzik programı hazırlıyor, sunuyor. Arkasındaki fonu, sesinin tonu: aynı. Eşime söylüyorum sabah uyanınca. (Aslında uzun süre sonra TRT-2’de ona rastlamak hoşuma gitti), ama yine de ağzımdan şu dökülüyor: “Yahu hiç mi değişmez adam 20 yıl?” “Bir şeylerin değişmeden, yerli yerinde durduğunu bilmek rahatlatıcı.” diyor eşim ve ekliyor: “Hiç olmazsa birkaçının.”

Talya Oteli bunlardan biri benim için. Her gidişimde Antalya’yı daha kalabalık ve daha büyük (ama kof bir büyüklük) buluyorum. Sahip olduğu kaliteleri giderek kaybediyor ve yerine yenilerini koyamıyor. Talya, faleze kondurulmuş belki de en güzel yapı. Antalyalıların anılarında yeri olan, sevilen, uzun bir zaman şehrin doğu ucunu işaretlemiş özel bir nokta. Yıkılması, yerine yenisi yapılsa da şehir için bir kayıp olacak.

Değişimin de korumanın da karşısında olunamaz herhalde. İkisinin de yeri ve zamanı olmalı, ikisi de hayatın doğal akışı içinde kendiliğinden veya dozunda müdahalelerle gerçekleşebilmeli; üstelik mutlaka biri diğerinin karşısında olmak zorunda da değil. Yerinde, üzerinde yeterince düşünülerek ve hassas bir şekilde yapıldıkları taktirde tabii. Ancak değişim de tıpkı koruma gibi ülkemizde tartışılamadan, üzerinde düşünülemeden kutsal kabul ediliyor. Siyahla beyaz: İki zıt uçta gibi duruyorlar. Ama ikisi de mekanik bir şekilde gerçekleştirildiğinde aynı sonucu veriyorlar. Günlük hayatın dinamikleri bozuluyor. Korumak istesek: Neyi, niye, nasıl koruyacağız? Değişim istesek: Neden, neyi nasıl değiştireceğiz? Hiçbiri üzerinde sağlıklı düşünemiyoruz, tartışamıyoruz. Yapılar ancak tescillenerek yıkılmaktan kurtulabiliyor. Talya tescilsiz. İnönü İlkokulu da tescilsizdi. Ne yapacağız? Bir şehrin tüm tescilsiz yapıları niteliksiz midir? Dokulara, bina dizilerine, nizamlara ne olacak? Antalya’da mesela, ben Belediye İşhanı ile başlayan ve bir Turgut Cansever yapısı olan Karakaş Camii’ne uzanan işhanı silsilesini severim. Neden? Çünkü bir imar düşüncesi içerisinde Antalya’nın sıcak iklimine uygun bir kolonat sırası oluştururlar. Aynı zamanda palmiyelerle işaretlenmiş öndeki bulvarı arka sokaklara bağlayan pasajlarıyla canlı bir ticaret yaşamı kurarlar. Şaşırtıcı, ama belediyelerde birileri zamanında böyle ince düşünceler geliştirebiliyormuş. Ne olacak şimdi? Kolonatları mı tescilleyelim? Yapıları mı? Planı mı? Her an artırılan emsallerle bir yatırımcı tıpkı Talya Oteli gibi Belediye İşhanı’nı da yıkıp daha cilalı bir yapı koyabilir oraya. İnönü İlkokulu, Kız Meslek Lisesi ve Doğumevi tescilli olmadıkları için yıkıldılar. Ama onlar da kararlı ve oranlı kütleleriyle Ali Çetinkaya Caddesi’ni tarif ediyorlardı. Caddeye şu an orada bulunan ve özel mülkiyet olduğundan belediyenin kolayca yıkamayacağı yapılardan daha fazla yakışıyorlardı. Şimdi yoklar. Caddenin bir tarafı açıldı. Antalya, merkezini temizliyor. Gecikmiş bir uyanış. Çirkin(!) binalar yıkılıyor. Hükümet Konağı, Vakıflar İşhanı, demirciler çarşısı, dönerciler çarşısı, okullar bölgesi yıkıldı. Yerine daha iyileri konamadı. İş Bankası, Tekel ve diğerleri de sırada. Yetkilileri uyarmak lazım. Niyet niteliksiz binalardan kurtulmaksa merkezde bina kalmayacak.

Değişim bir yandan da, korumadan farklı olarak, çağdaşlaşma, ilerleme gibi iyi kavramlarla arkadaş sayılıyor. Sanki kötüye doğru değişim olamazmış gibi. Türk şehirlerinde değişim genellikle yıkımla arkadaştır. Değişim de koruma gibi teknik, finansal, hukuki her şey hesaba katılarak ve mevzuata dökülerek; ama gündelik yaşamın (ve toplumun) o kendiliğinden oluşan ve tahmin edilemeyen dinamikleri ıska geçilerek soğuk bir şekilde gerçekleştiriliyor.

Değişim statükonun karşısında olduğu kadar bazen yaşamın kendisinin de karşısında olabilir. Birtakım sabitlere takılı kalmamak, değişime açık olmak gerekir, doğru. Ancak tutunacak iyi şeyler yok denecek kadar azalınca ne olacak? Bir şehrin 100 yıl boyunca değişmiş, bozulmuş, kendine göre bir yaşam kurmuş merkezini, diyelim ki yıkıp orijinal hale getirdiğinizde geriye bu yaşamdan ne kalır? Mesela Mardin. Eski şehre yıllarca berbat davranmışız. Şimdi bir elleriyle dağın ardına çirkin mi çirkin yeni bir şehir kuranlar, diğer elleriyle de eski şehirdeki tüm niteliksiz yapıları yıkacaklarmış. Ne kalacak geriye. Bir müze? Dişleri eksilmiş bir surat? Bombalanmış bir doku.

Bence işin özü şurada: Kentlerin merkezleri eskiyor. İhtiyaçlarımız durmadan artıyor, yeni programlar doğuyor; varolanlar bize yetmiyor. Merkezin kullanımı değişiyor. Dahası, estetik algılayışımız farklılaşıyor. İleride daha böyle çok vakayla karşılaşacağız. Şehirleri, öncelikle merkezlerinde şimdiye dek el yordamıyla yamru yumru gelişen bölgeleri teker teker ele alıp toparlamak gerekecek. Ayakkabıcılar İçi, Filanca Bedesten ve Çevresi, Eski Garaj Bölgesi, Rıhtım Boyu Caddesi, Falanca Binası ve Meydanı derken, daha dün yapıldığını düşündüğümüz yerlere yeni düzenlemeler ihtiyacı doğacak. Caddeler küçük, çarşılar yetersiz, mimarlıklar eski gelecek. Bu durumlarda nasıl davranmalı? Şundan bir kurtulalım, illa ki daha iyisini yaparız mı diyeceğiz? Kenti incitmeden, yaralamadan, kent merkezlerini ritmi bozulmuş soğuk bölgeler haline getirmeden nasıl onarmalı?

Bir kere birtakım kabulleri tartışmamız gerekiyor.

1. Yeşil iyidir. Binaları yıkıp parklar yapalım.
2. En geniş kaldırım en iyisidir.
3. Trafik kötüdür. Şehir merkezlerini trafiğe kapatalım.
4. Alçak bina, yüksek binadan iyidir. Yıkılmış bina en iyisidir.
5. Yoğunluk kötüdür.

Antalya merkezinde bu maddeleri örnekleyecek olursam:

1. Okullar bölgesi yıkıldı. Yerine anlamsız bir park geldi. Şimdi eminim her yer parke taşları ve tuhaf düzenlemelerle doldurulacak, ağaçlar dışında yeşil yine olmayacak. Ağaçlar eskiden de oradaydı. Okul bahçesinde çocuklara gölge yapıyorlar, yeşil doku olarak şehre katılıyorlardı.
2. Bina, yaya kaldırımı, araç yolu orantılı olmalı. Yayaların yürüyeceği alanları sürekli genişletme çabası yerine, kaldırımları gerçekten yürünebilen yerler haline getirmeli. Çiçeklikler, çöp kutuları, direkler, duraklar ve park eden araçlardan temizlenmeli.
3. Merkezin yükünü azaltmaya çalışan yeni trafik düzenlemesi çalışmıyor. Eskiden daha iyi işliyordu. Yolları daraltıp gerçekçi olmayan tek yön düzenleri kurmaktan başka yöntemler bulmalı. Trafik kurallarını doğru işletmeli, araçlara park edecek yer bulduktan sonra trafikten de o kadar korkmamalı.
4. Şehir merkezine yıllarca kötü davrandıktan sonra ve hala Antalya’nın çeperlerini de vahşi bir şekilde imar ederken, merkezde yıkım yapmak inandırıcı değil. Ve sonu yok. Daha yeni binalar yapmak veya boşluklar yaratmak bir işe yaramıyor.
5. Binaları yıkınca aktiviteler de azalıyor. Okullar, ofisler gidiyor, ticari canlılık azalıyor. Merkez yoğunluğunu yitirdikçe, ışığı sönüyor. Kullanımların çeşitliliğiyle ancak bir bölge 24 saat yaşayan bir hale geliyor. Yaşamayan bir yer korunamıyor.

Günlük hayat keşke öyle kağıt üstünde oluşturulabilecek, yeniden kurgulanabilecek basitlikte olsa. Dinamikleri kolayca kavransa. Eğer öyle olsaydı kağıt üstünde yapılan trafik düzenlemeleri çalışırdı. Ama çalışmıyor. Şehir denen arı kovanında tüm hareketleri tahmin edip planlama yapmak zor. Neyi değiştirelim, neyi tutalım bilmiyoruz. Korumak istenen salt yapılar mıdır, yoksa nizamlar, hayat, gündelik alışkanlıklar, ritmler, anılar mı? Yapı nasıl korunur biliyoruz da ritm nasıl korunur ki? Gündelik hayatın içinde oluştuğu fiziksel ortamı iyice kavramalı; onu oluşturan, besleyen bağların, ölçülerin, oranların, alışkanlıkların izini sürmeli; kenti onarırken tüm bunları unutup, yıllardır birikmişleri bir kalemde harcamamalı. Gündelik hayat plan-koteler, fotoğraflar, aplikasyon krokileri ve zemin kat kullanımlarından oluşmuyor. Okuması zor. Doğal hayata benziyor. Bir habitatı var. Kolay bozuluyor, kolay onarılıyor. Tam onu kaybettik sanırken doğru müdahaleler, küçücük dokunuşlarla gözlerini aralayıp nefes almaya başlıyor. Sandığımızdan çok daha güçlü. Kaybolması yıllar süren şey, eğer tahribat çok köklü değilse düşünülenden çok daha kısa bir sürede yeniden kazanılabilir. Çünkü her şeyin sebebi hala orada, yüzeyin biraz altında gömülü, arayan için.

Binalar yıkılır, binalar yapılır. Ancak -iyi kötü süregiden- mevcut hayatın sadece yeni binalarla, mimarlıkla, boşluklar ve yeşil alanlar yaratmakla güzelleşebileceğini, hizaya sokulabileceğini, daha da ötesi yeniden kurulabileceğini sanmak yanlış olacaktır.

Yazının Kaynağı: http://www.yenimimar.com

1 Yorum

Yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir