Yurdaer Okur: “Hayatı öğrendiğim asıl yer Antalya oldu”

Kimi zaman kişisel tarihinizdeki karşılaşmalar, yıllar sonra tekrar eder ve aynı sıcaklıkla hayatınızın bir yerinde benzer bir iz bırakarak geçip gider.

Geçtiğimiz hafta turne için kentimize gelen tiyatrocu-oyuncu- yönetmen Yurdaer Okur’la fullantalya röportajı için gerçekleştirdiğim buluşma da biraz böyledir.

Üniversiteyi bitirişim. Mezuniyet töreninden sonra zamanında kendisi de bu kentte üniversite eğitimi almış olan ablam beni de yanına alarak Antalya’ya tatile geldi. O yıllarda en küçük kardeşimiz de burada turizm işletmeciliği okuyor. Tatilimizi de onun evinde geçireceğiz. Bülent çalışıyor olunca Konyaaltı sahilinde denize girmediğimiz zamanlarda,  o sıralar tiyatro sınavına hazırlanan okul arkadaşı Yurdaer’le (Okur)  Kaleiçi’ne, Yat Limanı’na yürüyüşlere çıkıyoruz. Tabii bu yürüyüşlerin sonunda Yurdaer, tüm tiyatro provalarını bizi izleyici sayarak yapıyor. Biz en çok Nazım’dan, Atilla İlhan’dan okuduğu şiirleri hayranlıkla dinliyoruz. Yanı sıra Hamlet’ten, Romeo&Juliet’ten tiradlar da dinliyoruz. Çoğu zaman daha biz bir şey demeden kendisi ‘bu olmadı, yeniden yapıyorum’ diyordu. Öylece birkaç gün sonra Yurdaer Okur’u Doğu Garajı’ndan Ankara’ya uğurladık. Hayalini kurduğu Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nün sınavını 1994 yazında kazandı. Sonrasında nereye gitti, ne yaptıysa, biz Bülent’ten haberlerini alıyorduk. O yıllarda üniversiteden arkadaşların varsa, hele de ev arkadaşın, aileden sayılırdı. Biz O’nu, O da bizi biraz öyle gördü.

Yıllar içinde, başta tiyatro olmak üzere televizyon ve sinemada üstlendiği rollerle adından söz ettirdi. Hayat verdiği karakterler çok konuşuldu, elbette yeteneğiyle beraber. Geçen hafta turne için geldiği Antalya’da Yurdaer Okur’la bir araya geldik. Uzun uzun konuştuk. 1994’ten bu yana aynı sıcaklık, samimiyet. Sevindirdi beni elbet…

Antalya’ya kadar gelmişken üniversitesine uğramadan olmaz dedim ve ilk olarak Turizm İşletmeciliği Fakültesi’ne götürdüm Yurdaer Okur’u, ‘ üniversite çok değişmiş, çok büyümüş’ dedi.

Okur’un doğa sevgisini bildiğim için Zeytinpark’ta kalvaltıda bir araya gelelim istedim. Hayran kaldı. Neredeyse ayrılmak istemedi diyebilirim. Tabağına konan kelebeği uçana kadar seyretti. Zeytinlikte olunca, kendi zeytin bahçesini, nasıl zeytin toplatıp kırdığını anlattı.

“Şehir içinde yürüyemem, ancak doğada çok rahat ediyorum. Yolumu yönümü çok rahat bulurum. Kızım Suzinar’ı omzuma alıp yürüyüşlere çıkarım tatillerde, ne kadar uzun olsa da ormanda yürümekten yorulmam “ diyen Okur’la,  Zeytinpark’ın içindeki andızlı yolda, andız ağaçlarının arasından yürüdük. Parkın tavşanlarını seyrettik. Okur, kızı Suzinar için tavşanları özel olarak çekti. Çocukların doğadaki etkinliğini görüntülü olarak sevgili kızıyla paylaştı, severse birlikte gelsinler diye.  

Şimdilerde daha çok yeni filmi ve iki yıl önce açtıkları Entropi Sahne’yle ilgilense de kendisi gibi tiyatrocu olan eşi Dilara Okur’la, en büyük önceliklerinin 6 yaşındaki kızları Suzinar olduğunu söylüyor.  ‘Çocuk olunca bambaşka biri oluyorsunuz’ diyor.

Kendisine sorulacak onlarca soru vardı elbette, belki de hayranları kızacak bana, çokça Antalya sorusu sorup, bol bol Antalya ve buradaki yıllarını konuştuğum için.  Her ne kadar blog için oturup konuşalım diye buluştuysak da 90’lı yılları, arkadaşlıkları, insan ilişkilerini, bizi şifalandıran doğayı konuşmadan edemedik.

Biz çok keyif aldık. Umalım ki siz de keyifle okursunuz.

Seher Özen Karadeniz / FullAntalya

 

  • Antalya’dan ayrıldıktan sonra ilk gelişin, nasıl buldun?

Bu gelişim ilk değil ancak uzun aradan sonra ilk kez diyebiliriz. Buraya, 1994 yılında ayrıldıktan sonra ilk kez 2007 yılında gelmiştim. Yine bir oyun sahnelemek için. Nazım Hikmet’in  ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü’ adlı eseriyle bir festivale katıldık.

Müthiş bir şehirleşme oluşmuş. Bizim zamanımızda şehir böyle değildi. Konyaaltı bölgesini tanıyamadım. Burası orası mı dedim. Antalya çok hızla gelişiyor mu diyeyim büyüyor mu diyeyim bilemedim. Çünkü gelişmekle değişmek aynı şey değil.

  • Antalya’da geçirdiğin yıllarla ilgili ne söylersin?

 O yıllar rüya gibiydi. Ben Karadeniz’de doğdum-büyüdüm. Samsun Bafra’da liseyi bitirdim.  Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü’nü kazanınca Antalya’ya geldim. Antalya’ya gelişimi çok iyi hatırlıyorum. Dağları aştıktan sonra turkuaz mavisi bir denizle karşılaşmıştım. Üniversiteye gitmek için sabırsızlanıyorum. Nasıl bir yer diye merak ediyorum. İki büyük bina gördüm. Herhalde bunlar dedim. Meğer onlar Falez ve Sheraton otelleriymiş. Zaten yüksek bina olarak bir onlar vardı. Üniversiteyi sorduk. Gösterdikleri yer çok büyük ve bomboş bir alandı. İçerde küçücük bir Turizm ve Ziraat Fakültesi binası, tamamlanmak üzere olan bir de Tıp Fakültesi binaları vardı. Bomboş bir tarlaydı.  Bu kadar da yeşil değildi. Ben ona şaşırdım üniversitenin içinden geçince.

  • O zaman fidan olanlar büyüdü ağaç oldu.

 Evet ( Gülüyor) Ne kadar yaşlandığımızı anladım.  İnanılmaz bir değişim.

  • Sonra…

Çok büyük umutlarla geliyorsunuz üniversiteye. Yepyeni bir hayat, gelecek hayalleri. Bozkırın içinde üç tane binanın olduğu bir yere gelince ‘Aaa burada ne yapacağım?’ dedim.  Çok az öğrencinin olduğu, butik bir üniversiteydi. Neyse ki şehir cezbedici ve tarihi güzellikleri olan bir yerdi de orada yaşadığımız hayal kırıklığını epeyce azalttı.

“İnsan, insandan da çok şey öğreniyor”

 

  • Antalya’nın üniversite ortamı nasıldı? En çok neler yapar, nerelere giderdiniz?

 Üniversite, gençleri ortak noktada buluşturduğu için ve Türkiye’nin her yerinden çok farklı sosyal statüye ve geçmişe sahip insanı bir araya getirdiği için çok şey öğretiyordu. Üniversite ortamı, bu yanıyla da hayatın küçücük bir örneğini teşkil ediyor. Gündelik hayatta ne yaşanıyorsa, ne oluyorsa üniversite ortamında da o oluyordu.

Aileden ilk ayrı kaldığım, ilk kez şehir değiştirdiğim, ilk kez kendi ayaklarım üzerinde durabildiğim bir dönemdi o yıllar. İnsan ilişkilerimiz, dostluk ilişkilerimiz çok yüksekti. O zamanlar cep telefonu yok. Bir öğrenci evindesin. Kaygı yok gelecekle ilgili. Bir aile gibi oluyorsun ve sanki yıllardır hayatında o insanlar varmış gibi yaşıyorsun. Çünkü gerçekten çok özel anları paylaşıyorsun. Karnın aç oluyor. Beraber yemek yapıyorsun. Parasız zamanlar geçiriyorsun. Birbirine destek oluyorsun. Öte yandan aile çevrenden uzaklaşmışsın. Artık kendi kararlarını veriyorsun. Yeri geliyor ayakta kalmak için çalışıyorsun. Para kazanmamız gerekiyordu. Kitap satmaya başladık. Andız Kültürevi’nde Bülent (Kardeşim), Ben, Mali dönüşümlü olarak kitap satıyorduk. Bazen de satış işini Karaalioğlu Parkı’nda ve Cumhuriyet Meydanı’nda açtığımız standlarda yapıyorduk. Tabii sadece kitap satmazdık, okurduk da. Bukowski’ler, tiyatro eserleri, şiir kitapları, Edip Cansever, Nazım Hikmet girdi hayatıma… Kitaplarla bu kadar haşır neşir olunca, hayatı algılama biçimim değişti.

  • Entelektüel sermayen büyüdü…

Evet, onunla beraber hayal gücün de büyüyor. Daha farklı şeyleri hayal etmeye başlıyorsun. Ayrıca, insan insandan da çok şey öğreniyor. O anlamda şanslıydım. Ev arkadaşlarım olsun, dışarda görüştüğüm arkadaşlarım olsun hepsinden çok şey öğrendim. Bir arada çok vakit geçirirdik. Evlerimizde birbirimizi ziyaret giderdik. Bu buluşmalarda şiirler okurduk. Tiyatroya yönelmemin ilk tohumları da o şiir gecelerinde atıldı. Arkadaşlarım ‘Senin sesin çok güzel, şunu bir okusana’ diyorlardı. Ben şiiri okumaya başladıktan sonra bir tuhaf  sessizlik oluştu. Herkes şaşırdı kaldı. Kimse bu kadarını beklemiyordu. Ben de beklemiyordum açıkçası. İlk performansım buydu. Sonra biz bu işi büyüttük. Değişik bölümlerden yedi-sekiz kişilik güzel bir grubumuz vardı. İlk olarak üniversitenin Sosyal Tesisleri’nde bir şiir dinletisi yaptık. Onlarla sahne tozunu hep beraber yuttuk. Dinleti çok istek aldı. Bir kere daha yaptık. Sonrasında ben kendimi sadece şiir okurken değil reji yaparken buldum. O şiirden sonra, bu, bundan sonra şu gelsin derken. Kostümler yaptık.

Ve ben 3 sene bu okulda okuduktan sonra işletmenin bana göre olmadığını anladım ve 1994 senesinde Hacettepe Üniversitesi Tiyatro bölümünün sınavlarına girdim. Kazandım ve tiyatro okumaya Ankara’ya gittim. Hatırlarsan beni de otogardan siz uğurlamıştınız. (Kardeşim ve tatil için kaldıkları evde konuk olan ben ve ablamı kastediyor.) Belki o buluşmalar olmasa hayatıma turizmci olarak devam edecektim. İyi ki de böyle olmuş. Çok mutluyum. 

  • Doğrusu nasıl harıl harıl hazırlandığını, bize şiirler, tiyatro eserlerinden bölümler okuduğunu çok iyi hatırlıyorum ancak otogardan  uğurladığımızı şimdi sen söyleyince hatırladım. Peki, o yıllarda kentin kültür-sanat ortamı nasıldı? Üniversite öğrencisi olarak ne tür etkinlikleri takip ederdiniz?

 Devlet Tiyatrosu 1993 yılında açıldı. Açılışlarını da Murathan Mungan’ın ‘Mezopotamya Üçlemesi’yle yapmışlardı.

  • Kendisi de sahne dekorunu yaptığını söylemişti bir söyleşisinde.

Doğrudur. Çok iyi bir oyundu. Bizi çok etkilemişti. Ben de o zaman tiyatroya yeni yeni merak sarmışım. Çok sevdiğim ağabeyim Payidar Tüfekçioğlu’nu ilk kez o oyunda seyrettim. O ekipten çok etkilendim. Mustafa Avkıran’ın** yönetmenliğinde sahnelenen üçlemeleri izlediğim an “Ben de bu işi yapacağım” dediğim andı.

Öte yandan küçük kitapevleri ve kültür merkezleri vardı. Yazarları davet edip söyleşiler yapıyorlardı. Onları takip ediyorduk. Kaleiçi’nde bir mekan vardı. Şimdi ismini hatırlayamadım. Orada çok güzel söyleşiler olurdu. Kaçırmaz, takip eder, sonrasında sorular sorardık.

  • Ne olsa üç yıl burada turizm işletmeciliği okudun. O yıllarda bu meslekle ilgili neler yaptın?

Aslına bakarsan turizmle hiçbir zaman çok ilgili olmadım. İlk yıl derslere girsem de sonraki yıllar daha çok tiyatro ile ilgilendim.

Şöyle değerlendirebilirim.  Şehir merkezinde iki büyük otel dışında otel yoktu. Herkesin hayali öncelikle oralarda staj yapıp, çalışmaktı. Bunlar dışında Alanya ve Kemer bölgesindeki otellere de gidiyorduk. Akademik bir beklentiyle departman müdürleriyle görüşme talep edip, turizm işletmeciliği okuduğumuzu ve otellerinde staj yapmak istediğimizi söylüyorduk. Onlar da ‘elbette’ deyip işe alıyorlardı. Biz otel işletmeciliğiyle ilgili bir iş yapacağımızı beklerken sorumlu, “dışarda yağmur yağıyor hadi şu sandalyeleri toplayın, depodan malzeme çıkacak, hadi şunu da götürün’ diyordu. Bunlar bizi hayal kırıklığına uğrattı.

Öğrencisin ve bu işin bilimini yapıyorsun. Bekliyorsun ki bu işin bilimini öğreneceğin işler yapasın. Bir müdürün asistanı olarak ya da resepsiyonda,  onlarsa bizi ucuz kol gücü olarak görüyorlardı.

  • Ne kadar staj yaptın?

Her yıl üç ay staj yapma zorunluluğu vardı. Ben üç yılda toplam üç ay yapmışımdır. (Gülüyor)

 

“Antalya’ya çok şey borçluyum”

  

  • Peki bu sürelerde turizm işletmeciliği anlamında neler gözlemledin?

Sözünü ettiğin anlamda bir gözlem yapmadım. Ancak şunu anlayamıyordum. Biz, bireysel olarak otele gittiğimizde ya da herhangi bir Türk vatandaşı gittiğinde, o dönemde çok ciddi paralar ödemek zorunda kalıyordu. Fakat turistler bizim bir günlük konaklama ücretimizle neredeyse bir haftalık tatil yapıyorlardı. Haksızlık olduğunu, neden ailemiz, çevremiz, bizler bu güzelliklerden çok daha ucuza faydalanamıyoruz diye düşünüyordum. O zamanlar bizim orta sınıf ailelerimizin –doktor, öğretmen, – gelip buralarda tatil yapmasına çok az rastlanırdı. Herkes yapamazdı. Staj döneminde yurtdışından gelen konuklarla konuşuyorduk. Aralarında işsizlik maaşıyla tatile gelmiş olanlar vardı.

 

“Geriye dönüp baktığımda, aslında en doğru işi seçmişim.”

 

  • Antalya’da başladığın eğitim hayatını bıraktın ve bambaşka bir alanla yoluna devam ettin. Tiyatro. Tiyatro ve oyunculuk senin için ne anlam ifade ediyor?

Tiyatro sayesinde kendimi var edebildiğimi düşündüğüm bir noktaya geldim.

Çocukluğum sokaklarda geçti. Sokak oyunlarıyla büyüdük. Sokağı çok iyi bilirim. Doğayı çok severim. Çocukluğumda yazları fındık toplardık. Toprağın kendisi de çok şey öğretiyor insana. Üniversiteye geliyorsun bambaşka hayatlarla karşılaşıyorsun. Bütün bu birikim, yaşadıklarımız, tanıdığımız insanlar, hayatlar, biriktirdiğimiz kişiler bizi biz yapan şeylerdir.  Şimdi milyonlarca karakter var. Yüzlerce hikaye, senaryo, tiyatro oyunu var. Çalıştığınız roller var. Bütün bunlar sizi zenginleştiriyor. Geriye dönüp baktığımda, en doğru işi seçmişim diyorum.

  • Yıllar içinde çok farklı ve hepsi birbirinden başarılı projelerde yer aldın. Artık seni tanımayan yok. Bu kentten ayrılıp Hacettepe okumaya gittiğinde bu kadarını hayal etmiş miydin?

Zaten o okula girmek benim için o kadar büyük bir hayaldi ki. Biliyorsunuz ben kendi kendime hazırlandım. Stanislavski’nin  “Bir Aktör Hazırlanıyor” kitabını aldım. Sürekli okudum. Evde tirad çalıştım. Arkadaşlara sürekli oynadım. –Tanığıyım. Yat Limanı’ndaki anfi tiyatro, ANSAN’ın bahçesi- Ne zaman amfi tiyatro görsem kendimi atardım. Ruh olarak kendimi iyi hissediyordum.  Faselis’te de oynadım. Turistler de seyrederlerdi. Öyle öyle hazırlandım.

İlk denemem Hacettepe’de oldu. Hacettepe benim için çok önemli çünkü  Cüneyt Gökçer, Lemi Bilgin, Çetin Tekindor orada hoca. Bir yandan da keşke ilk burası olmasaydı, başka yerde sınav heyecanımı atsaydım diyorum. Sınava  400-500 kişi başvurmuş. Kendime hiç şans tanımıyorum. Her şey bana çok yabancı geliyor. Sınava girdim. Artık nasıl kaptırdıysam kendimi, Cüneyt Gökçer alkışlayarak kesti. İnanamadım. Çıktım. İlk sınavı kazanmışım. İkinci sınavı da kazanınca yani o 500 kişinin arasından ilk 10’a girmiş olunca, tarifsiz bir sevinç yaşadım. Hayatımda bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Müthiş bir duyguydu. O heyecanla daha kimseye haber vermeden gelip buradaki kadımı sildim. Evraklarımı aldım ve Hacettepe’ye kaydımı yaptırdım.  Hiç kimsenin haberi yok. Sadece sizler biliyorsunuz hatta beni buradan siz uğurlamıştınız. Aileme sonradan haber verdim.

  • Seçmelerde Çetin Tekindor da vardı. Okulda hocan oldu. Sonradan uzunca bir süre aynı dizide rol aldınız. O ilk günü hiç konuştunuz mu?

Biz mezun olurken zaten şunu söylüyorlar. Siz artık birer profesyonelsiniz, ilerde beraber sahneye çıkacağız. Biz de,  hadi canım olmaz öyle şey derdik. Bizim için bir idoldü onlar. Sonra Karadayı’da beraber rol aldık. Ben ona her zaman hayranlığımı dile getiririm/getirmişimdir. O da benim oyunculuğumdan övgüyle söz ederdi.

  • Antalya’ya ikinci kez turneye geldin. İki gün ‘Leenane’in Güzellik Kraliçe’si oyunuyla Antalya izleyicisiyle beraberdin. Yıllar içinde Antalya izleyicisindeki değişimi nasıl değerlendirirsin?

Benim ilk profesyonel oyunum ‘Leenane’in Güzellik Kraliçesi’ydi. Sekiz yıl oynadık. Ve yıllar sonra aynı ekiple yeniden sahneleyelim istedik.  Şimdi turnedeyiz. Antalya seyircisi bu iki gün de bizi sıcak karşıladı. Organik bir seyirci var. Oynarken çok keyif aldık. Ayrıca bu oyunu Antalya’da Nazım Hikmet Fuar ve Kongre Merkezi’nde sahneliyor olmaktan da kendi adıma gurur duydum. RAN oyunuyla da Kasım ayında gelmeyi düşünüyorum.  Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde Nazım Hikmet’i anmak bu yolla çok anlamlı olacak.

 

“Sahnede olmak bize her zaman güç verir.”

 

  • Kendi tiyatronu da kurdun sonunda? Çok kısa bundan da söz eder misin? Nasıl gidiyor?

Bizim asıl işimiz sahne. Beni bu kadar heyecanlandıran şey sahnede olmak. Katılımcı bir yanı var tiyatronun. O olmazsa, oyun oynamanın bir anlamı yok. Televizyona yaptığınız işler çok hızlı tüketiliyor. Popüler hale geliyorsun. Popüler olunca daha çok iş yapıyorsun ancak kendini eğitebileceğin, kendi istediğin işleri sahnede yapabileceğin bir alan yok. Bir oyuncunun sahnede devinim halinde olması gerekiyor. Orası aynı zamanda bizi hem besleyen, hem de tedavi eden bir alan, sahnede olmak bize her zaman güç verir. Bir mabed gibi düşünün. Bu mabedi yapmam gerekiyordu. Bunu hem tiyatroya olan borcumdan ötürü, hem de benim gibi fırsat yakalaması zor olan gençlere fırsat vermek için açmam gerekiyordu.

Dostlar Tiyatrosu geçmişim, Genco Erkal’la yaptığım işler. Ondan çok şey öğrendim. Mehmet Ulusoy, Cüneyt Çalışkur, Zeliha Berksoy… Tüm ekollerle çalıştım. Yeni mezun birinin devlet tiyatrosunda başrol oynaması herkesin elde edemeyeceği bir şanstı benim dönemimde, hatta ilkti. Tüm bu isimlerle çalışmam sayesinde bakışım da tek yönlü olmadı, bir sürü ekolü öğrenerek kendime has bir oyunculuk biçemine doğru ilerledim. Hepsine çok şey borçluyum.

Ayrıca tiyatroya farklı baktığımı düşünüyorum ve bunu gösterebileceğim, istediğim oyunları oynayabileceğim, gençlere eğitim verebileceğim bir yer olsun istedim. Hep hayalini kuruyordum. En sonunda 2015 yılında Entropi Sahne’yi açtık.   Bunu yapmak zorundaydım ve bunu yaptığım için hiç pişman değilim.

Sanat, suya resim çizmek gibi. Herkes –özellikle son dönemlerde- ev alırken, araba alırken, başka türlü yatırımlar yaparken ben böyle bir yol tercih ettim. Çevremden genel olarak; “Deli misin? Niye böyle bir yatırım yaptın’ şeklinde yorumlar aldım. Belediyelerden destek almıyoruz. Dizide çalışayım ki tiyatroma destek olabileyim diyorum. Ben artık tiyatroya çalışıyorum. Başka bir gelirimiz yok.  Ayrıca, tiyatro sanat, ticaret gibi düşünülürse olmaz diyorum. Oyda bir yanıyla da ticari bir işletme açıyorsunuz. Bir yandan da bu çelişkiyi yaşıyorum Çevrilmemiş oyunları sahneleyelim diyoruz. Denenmemiş şeyleri deneyelim diyoruz. Tiyatroda, kendi çapında dünyadaki değişimden nasibini alıyor ve kendi alanlarını yaratmaya başlıyor. Bu anlamda talebi de karşılamak zorundayız ve bütün bunları yaparken öncü olmamız da gerekiyor. Zaman zaman da öncü olmanın da zorluklarını yaşıyoruz.

  • Entropi Sahne’nin önümüzdeki sezon projeleri neler olacak?

Maddi olarak çok zor bir dönemden geçiyoruz. Eğer ayakta kalabilirsek,  İspanyol bir yazarın Türkiye’de ilk kez oynanacak “Arşiment Prensibi” adlı oyununu sahneleyeceğiz. Entropi Stüdyo’da da daha yaratıcı, daha kendimizden, daha underground diyebileceğimiz oyunlar sahneleniyor. Çok başarılı gidiyor. Almanya turneleri oldu. İşin başında İrem Aydın var. Bunlara benzer sahne üstünde yazılan ve performansa dayalı oyunları önümüzdeki sezonda da seyirciyle buluşturacağız.

Okur, Haziran’da “Bilmemek” adlı filmin çekimlerinde olacak

 

  • Kişisel olarak başlayacağın yeni projelerin var mı?

Haziran ayında “Bilmemek” adlı bir sinema filmine başlayacağız. Leyla Yılmaz’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmen koltuğunda da olacağı filmin şu an okuma provalarındayız. Gişe filmi olduğunu söyleyemem. Tamamen festival filmi niteliğinde. Modern insanın yaşadığı çok acayip bir trajediyi anlatıyor. Senaryo beni çok etkiledi. Herkesin başına gelebilecek bir olay, toplumun linç kültürüne dikkat çeken, güzel bir senaryo, çok ses getireceğini düşünüyorum.

  • Antalya Film Festivali’ne gelir mi?

Ulusal ve uluslararası birçok festivale gidecek. Buraya da gelir.

  • Antalya Film Festivali demişken, festivalden ‘Ulusal Yarışma’ bölümünün kaldırılmasıyla ilgili ne düşünüyorsun?

Önemli bir festival ve bu festivalin bir geleneği var. Festivalin büyümesine, dünyaya açılmasına diyecek sözüm yok. Ancak mayasıyla oynamamak gerekiyor ki geleneksel hale gelsin. Her geçen yıl ona bir şey katar ve tadı da oradan gelir. Sanatı, sinemayı, tiyatroyu başka şeylere alet etmemek lazım. Onlar bağımsız olmak zorunda.

  • Öğrenciyken Antalya’da ne yer, ne içerdin? Antalya’nın yerel tatlarını bilir misin?

O yıllarda Antalya’nın sokaklarında soğuk su sebilleri vardı. O sebillerden eve çok su taşıdık. Yapanlar, çok hayır duamızı aldılar. Yine Güllük Caddesi’nde bir çorbacımız vardı. Onun meşhur ‘yoğurtlu paça çorbasını’ içmeye giderdik. Tahinli kabak tatlısı ve piyazını da severek yedim.

  • Antalya’da üç yıl yaşamış biri olarak, ilk kez gelenlere nerelere gitmelerini tavsiye edersin?

Antalya’nın bütün tarihi alanlarını gezsinler bence.

  • Bu kenti tanıyan, turizm potansiyeline şahitlik etmiş biri olarak, bu yılın Antalya’nın tanıtımında fark yaratmak için Perge Yılı olarak ele alındığını söylesem, kulağa nasıl geliyor?

Turizm kenti kendine bir şekilde yol buluyor. O kadar çok zenginlik var ki, her dönemde başka bir yere temas etmek stratejik olarak çok doğru, çünkü birçok şeyi aynı anda vermektense, her yıl hakkını vererek bir alanı tanıtmak yıllar geçtikçe bütüne ilişkin kalıcı algı yaratılmasına katkı ağlayacaktır.

  • Yakın zamanda TEMA’nın, çocukların doğa eğitimine katkı toplamak için düzenlediği “Umut Yeşerten Şarkılar” kampanyasına katılıp, televizyonda bir şarkı seslendirmiştin. Ben de kentimizde benzer eğitim çalışmaları yapan bu alanda ağırlamak istedim seni.  Zeytinpark’ı nasıl buldun?

Burası bir cennet tabii.  Şehrin merkezine çok yakın bu kadar büyük bir alanın koruma altına alınması, şimdi de değeri biliniyordur ancak, ileri de bunun kıymetinin daha da iyi anlaşılacağını düşünüyorum. Büyük bir yatırım ve bence asıl yatırım çocuklara böyle bir yer bırakabilmek. Gezerken gördüm 1200 yıllık, 800 yıllık  ağaçları buraya getirmişler, burası doğal bir miras ve bu mirası korumak gerek. Çocukları getirdiğinizde burada geçirdikleri bir gün bile onların hayatında unutamayacakları izler bırakacaktır.

  • Ercan Kesal, Zamanın İzinde adlı kitabındaki ‘Benim İzmir’im’ başlıklı yazısında ‘Avanosluyum, doğu; ama benim anayurdum İzmir’dir’ Aslen Ordulusun, Rize’de doğdun. Samsun’da büyüdün. Antalya ve Ankara’ya  üniversite için gittin. Bir süre Diyarbakır’da çalıştın ve İstanbul’da yaşıyorsun. Senin anayurdun neresi?

Benim anayurdum da Antalya. Bir kuş nasıl ki uçmayı öğreninceye kadar annesinin yanındadır. Öğrendikten sonra da o keyfi yaşamak için çok uzun uçar. Bazen yuvaya döner, bazen de dönmez. Ben de uçtum ve buraya geldim. Hayatı öğrendiğim asıl yer Antalya oldu. Gençliğin verdiği cesaret ve gözü karalılıkla, ne yaptıysam bu şehirde yaptım. Okulu bırakıp başka bir şehre, başka bir bölümü okumaya gitmek gibi… Tiyatro beni yeniden yaşama bağlayan, yeniden heyecanlandıran bir meslek oldu. O nedenle Antalya’ya çok şey borçluyum.

 

*Yazarın Mezopotamya Üçlemesi adını verdiği ve üç oyundan oluşan üçlemesinin ilk oyunu Mahmud ile Yezida yurtiçinde ve yurtdışında birçok topluluk tarafından sahnelendikten sonra, profesyonel olarak ilk kez 1993’te Ankara Devlet Tiyatroları tarafından oynandı. Üçlemenin ikinci halkası olan Taziye ise, ilk olarak 1984’te Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir. 1992’de, halkanın üçüncü oyunu olan Geyikler Lanetler’ in tamamlanmasıyla birlikte, Metis Yayınları, üçlemeyi oluşturan bu oyunları, üç ayrı kitap olarak aynı anda yayımlamıştır. 1994’te bu üç oyun bir yıl boyunca Devlet Tiyatroları tarihinde ilk kez olmak üzere arka arkaya Antalya Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmiştir. Yine aynı yıl İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde, üç oyun ardı ardına tam “on bir saat süren bir gösteri” olarak iki kez tekrarlanmıştır. (http://murathanmungan.com/biography/  sayfasından alınmıştır)

** Mustafa Avkıran 1993-1995 yılları arasında Antalya Devlet Tiyatrosu’nda müdürlük yaptı.  Yönetmenlikteki ilk ödülünü 1994 yılında ( İsmet Küntay En İyi Yönetmen Ödülü)   Murathan Mungan’ın ‘Mezopotamya Üçlemesi’ni ( Mahmud ile Yezida, Taziye, Geyikler Lanetler) oyunlaştırmasının yanında uyarlamasıyla aldı. 

 

 

 

 

 

1 Yorum

Yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir